Her halükarda biz kazanmalıyız'

Her halükarda biz kazanmalıyız

Devrimci Hareket, başkanlık referandumuna ilişkin yayımladığı açıklamada, “Kazanmayı salt oy sayısı olarak ölçemeyiz, ama her halükarda biz kazanmalıyız” dedi.

“Her halükarda biz kazanmalıyız”
Devrimci Hareket’ten 16 Nisan açıklaması: Söz, yetki ve karar hakkımız için mutlaka kazanmalıyız!
 
Devrimci Hareket, başkanlık referandumuna ilişkin yayımladığı açıklamada, “Kazanmayı salt oy sayısı olarak ölçemeyiz, ama her halükarda biz kazanmalıyız” dedi.
 
Açıklamanın tamamı şu şekilde:
“Anayasa değişikliği ile amaçlanan rejimin şifreleri, AKP’nin 15 yıllık iktidarı sürecinde serpiştirilmiş, zamana yayılmış halde vardı. Bugünkü KHK’li OHAL ise bunun yoğunlaştırılmış biçimidir.
Egemenlerin yönetememe krizi kapitalizmin kriziyle iç içe geçmiş durumda. Halkla olduğu kadar sermayenin ve iktidar odaklarının kendi içinde de bir hesaplaşma söz konusu olacağı için, Saray rejimi araç ve imkân çoğaltıyor. Anayasal çerçevesi çizilen diktatörlük, hemen tüm darbe dönemlerinde olduğu gibi kurucu bir nitelik taşımaktadır.
100 yıllık hesaplaşmanın bir boyutunu iradenin Saray’a teslimi ifade ediyorsa, diğer boyutu da ideolojiktir. Bunun da ana ekseni dinselleştirmedir; toplumun dini referanslarla uyuşturularak etkisiz kılınmasıdır.
Gerçekte, mevcut anayasanın “değişmez maddeleri” yerinde duruyor gibi görünse de söz konusu değişim, onları da işlevsizleştiriyor. Bu bağlamda 100 yıllık hesaplaşma, parantez kapama iddiaları boş değildir. Söz konusu olan şeriat değilse de siyasallaşan İslam’ın döneme (Türkiye’ye) özgü bir versiyonudur.
Saray rejiminin tekleşen iradesi ve işleyişi içinde daha dar, doğrudan bir Saray-Erdoğan çekirdeği olacak olsa da bu olgunun/tanımın özünü değiştirmiyor. Evet, genelde AKP, özelde (Erdoğan’ın dünürü Orhan Uzuner’in kurduğu Kardeş Kal Türkiye örgütlenmesi gibi) doğrudan Saray’a bağlı oluşumlar bir özel örgütlenmedir. Mesela özel yetkileriyle TMSF ve Varlık Fonu da Hazineye rağmen kurulmuş özel hazine işlevi görüyor. Güvenlik bağlamında da bu türden özel yapılardan, polis-ordu içinde özelleşmiş ilişkilerden söz edilebilir. Ancak tekleşen/tekelleşen iktidar zaten özeldir. Bu “özel”lik, dar bağlamda Saray’ın bekasını gözetse de son tahlilde, en büyük ve iktidara en yakın sermaye kesimlerinin çıkarlarının güvencesi, düzenin bekası içindir.
Kısacası, Devlet Bahçeli’nin “fiili durumun hukuki boyut ve içerik kazanması için demokratik bir sürecin işletilmesi” biçimindeki tanımı dahil, mevcut durum ve olası gelişmeler salt kişilerle/niyetlerle açıklanamaz. Veya mesele, “Cumhurbaşkanı’nın fiili durumu anayasaya aykırı, gelin o halde anayasal kılıf oluşturalım” biçiminde basite alınmaz.
Başkanlık, belirli boyutlarda keyfiyet içerse dahi son tahlilde iktidardaki tekelleşme ve artan insiyatif; dünya ölçeğinde taşların yerinden oynadığı ve yeni bir düzen tasarımının gündemde olduğu koşullarda, sermayenin çıkarlarının azami boyutta gözetilmesi ve bu amaçla olağanüstü yöntemlere başvurulması için kullanılacaktır. Yani bir kurumlaşma-resmileşme olacaksa bu, darbe koşullarının kurumlaşması-kalıcılaşması biçiminde olacaktır.
Gerçekte, artık askeri darbelere ihtiyaç bırakmayacak şekilde rejimin yeniden tesisi, 12 Eylül sonrasında gündeme gelmiştir. Hatta o günden bugüne özellikle de AKP döneminde bu konuda çok ciddi mesafelerin alındığı, bir darbenin görevlerini yerine getirebilecek “normal” görünümlü bir düzenin tesis edildiği söylenebilir. Bugün de yaşanmakta olan içerik itibariyle budur. 15 Temmuz özel bir durumdur. Onun başarısızlığı üzerine daha uygun ve daha başarılı sivil bir darbe iklimi yerleştirilmektedir.
 
Başkanlığa neden mecburlar?
Bu konuda öncelikle stratejik ilişkilere, nitelik belirleyici adımlara bakmak gerekiyor. Bugün OHAL koşullarında ne yaşanıyorsa, bütün bunların devamı ve kalıcılığı için başkanlık şart/zorunlu görülüyor ve bu bir anlamda savunuluyor. Mesela son günlerde bir anda ABD’yle ve Körfez ülkeleriyle trafik hızlandı. İngiltere de Brexit sonrasında eski sömürgeleri olan Körfez ülkelerine yöneldi. Saflaşmalar ve stratejik boyutlu politikalar devam ediyor. Bu, ekonomi için de bölgedeki savaş için de eksen tartışmaları için de tayin edicidir.
Ekonomiden sorumlu devlet bakanı Mehmet Şimşek, “Bu anayasa değişikliği ihtiyaçtan kaynaklanıyor 
 Değişikliğin kişisel bir takım beklentilerle falan alakası yok. Bu anayasa değişikliği yapılmazsa Türkiye ekonomisi ileride çok büyük sıkıntılar yaşar. Türkiye siyasetinde çok büyük krizler oluşabilir.” (abç) dedi.
Şimşek, bir yanıyla “darbe koşulları olmasa kriz olur” diyor ki bugüne kadarki grafik bunu gösteriyor. Gerçekten AKP, ekonomiyi kayıt dışı hatta karanlık paralarla kurtarıyor. Bunun için kısa bir hatırlatma yapmakta yara var. Merkez Bankası hesaplarında “net hata-noksan” diye bir kalem var. Bu, eskiden “istatistik hataları” olarak yorumlanır, pek de önemsenmezdi ve genellikle “sıfır”a yakın çıkardı. Ancak AKP döneminde bu kalem, sistematik biçimde “giriş” yönünde yükselmiş, 2003-2016 arasındaki artı, 41,7 milyar doları bulmuştur. Özellikle 2011 sonrasında çarpıcı bir tırmanma söz konusudur. Irak ve Suriye savaşları, Körfez ülkeleriyle ve cihatçı çetelerle girilen ilişkiler bu konuda akla gelebilecek ilk verilerdir. Erdoğan’ın son Körfez gezisinden sonra “dolar yakında 3,50’ye inecek” demesi, söz konusu esrarengiz-karanlık girişler için somut bir bilgidir.
Bugünün iktidarın ve sermaye güçlerinin olamasa olmazı olan KHK’ler, gerçekte yargısız infaz mekanizmalarıdır. Bunların sürekliliği anlamına gelen ve meşru görünümlü bir işleyiş ancak başkanlıkla mümkündür.
Giriş bölümünde de kısaca değindiğimiz gibi başkanlık, bir yanıyla da dünya ve bölge özelindeki paylaşım savaşının ve yeni düzen kapışmasının Türkiye’ye izdüşümüdür; bugüne dek izlediğimiz hukuksuzlukların, yağma ve sindirme operasyonlarının sistemlileşmiş, kalıcı biçimidir. Dünyada yerinden oynayan taşların dizilimi, yani yeni düzen oluşumu sanıldığından da uzun bir süreci kapsayacak, çok enstrümanlı ve çok bileşenli bir savaşın sonunda gerçekleşecektir. İşte bu genel nedenlerin Türkiye’ye yansıması ve 15 Temmuz dahil Türkiye’deki özel nedenler, örneğin hâlâ sermaye güçlerinin bir kapışma ve saflaşma sürecini tamamlamamış olması, Türkiye’de başkanlığı zorunlu kılmaktadır.

Bu aşamada neden “çözüm süreci” başlamaz?
Yukarıdaki başlık, “HDP ekseninde örgütlü Kürt halkı neden evet oyu vermez” biçiminde de olabilirdi. Bugün bir kez daha Kürt sorunu bağlamındaki somut veriler yer yer spekülatif olanların gölgesinde kalıyor. Bu arada tekrar “çözüm süreci”nin başlayacağı, alttan alta “evet”in konuşulduğu gibi yönlendirmelerin daha önceki değişken/kaygan tüm zeminlere ve tüm yaşanmışlıklara rağmen gerçeği yansıtmadığını görmek için, mevcut tabloya ezberden ve duyumlardan uzak biçimde bakmak yeterlidir.

Bu konuda söylenecek çok şey var
Hemen her adım, dar bağlamıyla yetinilmeyip paradigmaya (Demokratik Ekolojik Cinsiyet Özgürlükçü Paradigma) kadar uzanan bir kapsam içinde tartışılmalıdır. Ama yine de konu bağlamında söylersek, çözüm sürecine dönük yeni adımlar eşliğinde Kürtlerin oylarının da mevcut “evet” koalisyonuna eklenmesi olası görünmüyor. Ahmet Türk’ün “HDP Eş Başkanı Selahattin Demirtaş ve arkadaşlarımızın serbest bırakılması yeniden diyalogun yolunu açabilir” demiş olması çok genel bir ifadedir ve bu durumda bir şeyi değiştirmiyor. Evet paradigma, her koşulda olduğu gibi bugün de görüşme yapmaya müsait bir duruş tanımlıyor. Ancak tüm uzlaşma eğilimlerine rağmen mesele “Bırak Demitaş’ı al oyları” basitliğinde seyredemez.
Sürecin MHP eşliğinde ve milliyetçilik ekseninde bugüne dek köpürtülen boyutu da söz konusu adımın kısa vadede atılmasına, istişareler olsa da sonuç vermesine engeldir. Ne yazık ki bu tür olgular değerlendirme yapılırken çoğu kez hafife alınıyor, magazinin veya spekülatif söylemlerin etkisine kolay giriliyor.
Açılan bu yöndeki tartışmalar, coşkulu-bütünlüklü bir “hayır” çalışmasının yapılmasını olumsuz etkileyebilir, motivasyonu düşürüp sandığa gitmeme oranını artırabilir. Olsa olsa bu amaçlanıyordur. Yoksa önceki çözüm-tartışma süreçlerinden de bilindiği gibi bu mesele, kamuoyu önünde edilecek üç beş lafa sığacak türden değil.

Özetle, 79 belediyeye kayyum atandığı, 83 belediye eş başkanının tutuklandığı, Sadece Diyarbakır’da 969 belediye personelinin işine son verildiği; HDP sözcüsü Baydemir’in ifadesiyle söylersek AKP’nin muhalif kesimlere düşmanlıkta ‘çığır açtığı’ koşullarda şu veya bu şekilde kurulacak temasın, uzatılacak “şeker”in Kürt halkındaki “hayır” eğilimini “evet”e çevirmesi olası görünmüyor.
Barzani’nin Türkiye’ye geldiği sırada Irak Kürt Bölgesel Yönetimi bayrağının göndere çekilmesive Barzani’nin “Çözüm süreci yeniden başlamalı” diyerek Ahmet Türk’le ve Sırrı Sakık’la görüşmesi, Kürtlere bir jest bile değildir, olsa olsa ucuz bir manevradır. Devamında Sırrı Sakık’ın belediye başkanlığından alınması, bu manevranın ölü doğduğunu bizzat manevra sahiplerinin gördüğünün işaretidir. Buna, Irak’ta Şengal bölgesinde Peşmerge’nin PKK’ye saldırmasını da eklediğimizde, sürecin bırakalım Kürtlere jesti çok daha saldırgan bir istikamette gelişeceğini gösteriyor. AKP’nin MHP ile içeride ve dışarıda geliştirdiği politikaların zorunlu sonucu da budur.

Haziran Hareketi’nin süreçteki rolü
Mevcut tüm veriler, referandumdan “Evet” çıkarsa, mücadelenin daha da sertleşeceğini, “hayır” çıkarsa, kesintisizlik bağlamında mücadelenin 17 Nisan’a taşınması gerekeceğini gösteriyor.
Bu süreçte “hayır” bağlamında atılan hemen her adım önemli ise de kalıcı ve örgütlü adımlar, kazanımların korunması ve daha da boyutlanacak olan mücadelenin ihtiyaçlarına yanıt olabilmek için tayin edici önemdedir.
Referandum çalışmaları öncesinde eve çekilmiş, kaygıları güvenliğe kadar daralmış, gidişatı değiştirebilmeye olan inancı zayıf düşmüş olan halk, tekrar evden çıkmaya, sokakları-salonları doldurmaya, söz söylemeye başladı. 2013 Haziran’ından beri ilk kez böyle bir canlılık ve politize olma durumu yaşanıyor. Gezi sürecinde gündeme gelen forumların güncellenmiş biçimleri yaygınlaşıyor. Tam da bu nedenle; “Salon toplantıları”, “biz bizeyiz”, “zaten hepimiz hayırcıyız” biçiminde dışa vuran ve söz konusu çalışmaları hafife alan tutum ve davranışlardan uzak durmak gerekiyor. Bu enerji, doğru bir iradeyle buluştuğunda sadece 16 Nisan’ı değil geleceği de kazanmanın habercisi olur. Çokça kabul gördüğü gibi 16 Nisan eğer bütünüyle durdurma değil bir frenleme ise o halde frenleme sonrasını da gündemine alan bir kesintisiz çalışmaya ihtiyaç vardır.
Haziran Hareketi, “hayır” zeminindeki çeşitliliğe en fazla dokunabilen yapı olması itibariyle özel bir öneme/işleve sahiptir. Gerçekte bu, Haziran’ı Haziran yapan niteliktir. Ancak yine de hareketin oturduğu ve işlevini temenni edilen boyutta yerine getirdiği söylenemez.
Bunca zamandan sonra Haziran’ın hâlâ ne olup olmadığının tartışılabiliyor olması, bir sorun olarak kaydedilebilir. Belki de Haziran’ın olması gereken en önemli özelliği, dinamikleri kendi içinde eritmek değil, önünü açmak ve diğer dinamiklerle beraber daha güçlü biçimde var olmasını sağlamaktır. Bu niteliğin, bugün sağlanamamış ve Hazirancılarca içselleşememiş olması, hareketin önemini zayıflatmıyor.
Bu tür yapılarda bir parti gibi ideolojik netlik olmaz, program olur. Bu bağlamda Haziran, hayatı kavramlara çekip sınırlayan değil, akıcılığına imkan tanıyan; bir gücü, bir kesimi içine alıp kendi rengine büründüren değil, onu kendi rengi ile sürece katan (bunu yapması gereken) bir harekettir.

Her halükarda biz kazanmalıyız!
Bu süreçte tehditle, yalan ve manipülasyonlarla yol almaya çalışanlar karşısında, gücünü haklılığından alan ve hurafeleri değil gerçekliği ölçü kabul eden bir zeminde olmak, bizleri onlardan daha güçlü kılıyor.
Pablo Larrain’in No filminde bir sahnede “cesaret özgürlüktür” deniyor. Cesaret, aynı zamanda özgüvendir. Haziran, halkın özgüveninin büyütülmesi, yaşam alanlarındaki imkânların, potansiyellerin açığa çıkarılmasının sağlanması, sözün-yetkinin ve kararın halkta olmasıdır. Bunun 1917 Rusya’sındaki karşılığı Sovyetlerdir. Küba’daki karşılığı Devrimi Savunma Komiteleri’dir. 1977’deki karşılığı Direniş Komiteleri’dir. Bugünkü karşılığı da Haziran Meclisleri’dir. Bu, hem mücadele hem de geleceği kurma aracıdır. Yani hem itiraz hem alternatiftir. Eğer sosyalizm, kötülüğün-karanlığın iktidarlaşmasına karşı, güzelliği ve aydınlığı ifade eden iradenin kazanması ise bu alternatif bugünden adım adım somutlanmalıdır.
Alternatif iddialılar dahi eğer alternatifi araçtan amaca kadar her noktada somutlayamıyorsa, ister istemez karşıtına öykünür ve onun araçlarını taklit eder duruma düşer. Bu nedenle bizim alternatiften ne anladığımız, bunu nasıl somutladığımız büyük önem taşıyor.
 
Alternatifin somutlanması, aynı zamanda görünür kılmasıdır.
Gezi’de yakaladığımız ama kalıcı kılamadığımız şeyi bugün kalıcı kılabiliriz. Bunun için, sıradanlıktan, azla yetinmekten ve günü kurtarmaktan öte bir duruşumuz olmalı. Öyle ki aynı dava için yanımızdakinin omzu omzumuza değdiğinde Küba kokusu alabilmeli, aynı kortejde Che ile göz göze gelebilmeliyiz.
Özetle vaktinde Sokrates felsefeyi gökten yere indirdi. Fransız devrimi iktidarı gökten yere indirdi. Bizler de alternatifi soyuttan somuta indirmeliyiz. İnsanlar, alternatifin somutluğunu, sıcaklığını hissetmeli, gerçekten söz-yetki ve karar sahibi olmalıdır. Yaptığımız çalışmalarda ve işaret ettiğimiz umut kapsamında alternatif, uzak bir vaat veya bir reklam filmi gibi durmamalıdır. O nedenle, kazanmayı salt oy sayısı ile ölçmemeliyiz. Her hâlükârda biz kazanmalıyız.