HAYIR BİTMEDİ!' SLOGANIYLA 19.30'DA TAKSİM'DE

    HAYIR BİTMEDİ!

Gezi’nin 4. yılı dolayısıyla saat 19.30’da Taksim’den Gezi Parkı’na yürüyüş düzenlenecek. Taksim Dayanışması, “Hayır bitmedi! Mücadeleye devam!” sloganıyla herkesi Taksim’de olm

 HAYIR BİTMEDİ!’ SLOGANIYLA 19.30’DA TAKSİM’DE

Gezi’nin 4. yılı dolayısıyla saat 19.30’da Taksim’den Gezi Parkı’na yürüyüş düzenlenecek. Taksim Dayanışması, “Hayır bitmedi! Mücadeleye devam!” sloganıyla herkesi Taksim’de olmaya çağırdı.

Gezi eylemlerinin yıl dönümünde Evrensel'e konuşan Mücella Yapıcı 'Gezi umuttu. 'Biz ayağa kalkarsak her bir şeyi hallederiz’ umudu' dedi.

Gezi Parkı’ndaki ağaçların kesilmesine karşı başlayan ve kısa süre içinde ülkede yüzbinlerce kişinin adalet, demokrasi, özgürlük ve barış talebiyle sokağa çıktığı bir harekete dönüşen Gezi Parkı eylemleri, bugün 4 yaşında...
Gezi eylemlerinin yıl dönümünde Evrensel'e konuşan Taksim Dayanışması Sözcüsü Mimar Mücella Yapıcı, “Gezi umuttu. 'Biz ayağa kalkarsak her bir şeyi hallederiz’ umudu” dedikten sonra bu umudun anlamını şu sözlerle açıkladı:
“Birlikte konuşmayı, birbirine bakmayı aynı görüşte olmama koşuluyla ama aynı hedefe yani demokrasiye, barışa, daha insanca bir yaşama doğru birlikte hareket etmeyi bir kere denemiş bir toplum, yıllarda geçse nasıl bir araya gelinir öğrendi artık.”
Yapıcı, iktidar temsilcilerinin Gezi eylemlerini  bugün bile hedefine koymasının nedeninin de, bu “birlikte hareket etme” hali olduğuna dikkat çekti. 


Gezi kent hareketi açısından nereden nereye geldi?
Çok uzun yıllar, 1980’den itibaren AKP, kendi ekonomik politikasını neoliberal çevrede mekanın değiştirilmesi üzerinden kurdu. Mega projeler kapsamında çok da üretime dayanmayan, tüketim kültürünü esas alan, yeni bir ekonomik neoliberal mekanı çok kullandı. Özellikle Gezi’ye kadar kent meseleleri, çevre meseleleri sol siyasi ya da muhalif siyasi arenada çok fazla dikkati çekmiyordu. Hiçbir zaman kent mücadelesi ile emek mücadelesinin o bir aradalığına bakan yoktu. İstanbul dışında yükselen çok önemli çevre ve ekoloji mücadeleleri vardı ama yine kentsel mekana dair mücadeleler sadece kentsel dönüşüm alanlarında, mahallelerdeki hak talepleriyle sınırlı kalmıştı. Onun dışındaki mücadeleler ise köprü, orman, su havzaları gibi daha çok meslek odalarının üzerinden yürüyordu. Partiler bile bunları pek programına almıyordu. Ama Gezi’de ilk defa şöyle bir şey oldu, kent halkı ilk defa bütün sıkışmışlıkları da düşünerek şunun farkına vardı; kendi mülkiyetiyle ilgili olmaya. Herkesin ama hiç kimsenin olmayan bir park alanı savunuldu ve onu diğer hak talepleriyle birleştirebildi. Bu bence kent mücadelesinin doğru politize olması için çok önemli bir adım. Yani kentin sahiplerinin kent mücadelesine katılması. Mücadele yine söz konusuydu ama yaygın bir biçimde değil. Mücadeleden ziyade bakış yoktu. Fakat Gezi direnişinden sonra birden baktık ki, park forumlarını falan düşündüğümüzde neredeyse herkesin bir üçüncü gözü çıktı. Sadece siyasetlerin değil, halkın da. Halk başka bir gözle yaşama ve yaşam alanlarına bakmaya başladı. Mesela Kabataş. Eskiden biz Şehir Planlamacıları Odası olarak dava açıyorduk duyulmuyordu bile. Ama şimdi Kabataş ile ilgilenen koca bir kent savunması var. Tüm bunlar gerçekten Gezi’nin bize bıraktıkları. Çevre mücadelelerinin tarihi çok eskidir fakat bunun kentle birleşip Türkiye coğrafyasının sadece kırsal alanda değil coğrafyanın ekolojisini, çevresini, kent ekolojisini de içine alan bir perspektifle bakıp bunlar için birlikte mücadele etme fikri Gezi’den sonra çok güzel serpildi. Fikir orada doğdu demeyelim ama bunların serpilmesinde Gezi’nin çok büyük faydası oldu diyelim. 
Peki bu mücadele yeterli seviyeye geldi mi?
Mücadele ne kadar yeterli seviyeye de gelse sizin mücadele edeceğiniz koşullar çok kötüleşiyor. Mesela hukukla mücadele imkanı yok denilecek seviyede; çünkü hukuk değişti. Yani kentler ve kent ekolojisi açısından son derece korkunç, elverişsiz bir ortamdan geçiyoruz. “Terör” diye çıkan KHK’leri şöyle bir açıp baktığınızda bir kesimde hak ihlalleri ve işten çıkarmalar varsa çok büyük bir kısmında da çevre konularında Türkiye Anayasası’nda ya da kanunlarında ne kadar koruyucu madde varsa onların yok edildiğini görüyorsunuz. En son bir KHK çıktı mesela kentlerdeki bütün donat alanlarını yarı yarıya azalttı. Bunu KHK ile yapıyor.

‘KENDİ HAFIZALARINI YARATMAK İSTİYORLAR’

AKP ne yapmak istiyor?
AKP’nin değil sadece, neoliberal kapitalizmin yeni siyaseti, mekan üzerinden kendini yenileyip açıklarını kapatmak. Çünkü artık yatırım, sanat üzerinden yapılmıyor. Meselesi mekan, enerji politikaları, inşaat politikaları ve de finans politikaları. Özellikle finans ve inşaat çok iş çekiyor. Bir de kara para aklandığını falan düşünün. Aslında Başkanlık meselesi bile oraya varıyor. Yani ‘bürokrasi ile uğraşmayalım derken aslında burada sermaye için dümdüz bir alan yaratalım kimse sesini çıkaramasın yabancı sermayeyi buraya çağırdığımızda ona olağanüstü bürokratik imkanlar sunalım ki bu işi yapabilelim.’ Yani bir kamulaştırma yasası yüz kere değişir mi? Sadece Türkiye’de de değil az gelişmiş ülkelerde ya da gelişmekte olan ülkelerde de böyle. Ama sonuçta bu artık sınırına geldi. Çünkü artık ekoloji de tahammül edemiyor, dünyadaki iklim değişiklikleri de buna tahammül edemiyor. Yavaş yavaş çok sıkışan bir sistem var, herhalde bu noktadan sonra Gezi’nin arkasındaki itiraza baktığımızda bütün bunların yarattığı politikalar var. 
Dünyada Gezi gibi bir örnek var mı?
Occupy NewYork da buna örnek. Baktığınızda dünya halklarında gidişata karşı, bu kapitalist neoliberal politikalara karşı bir isyan ve itiraz var. Yani emek hareketi refah toplumunda verilmiş grev hakkını dahi kullanamıyor. Örgütsüz bir emek var. İş yerlerinde örgütlenmesini yapamamış, hizmet sektöründen, marjinal sektörden geçinen, inanılmaz borçlandırılan, borç yüzünden de kımıldayamayan, biat eden bir toplum var. Bu biat kültürü de zaten kapitalizmin işine yarayan bir şey. Akıllı uslu bir toplum. Gezi’de işte tam da buna çok yüksek, renkli, neşeli bir sesle “hayır” denildi.
İktidarın, Taksim’i ve Gezi Parkı’nı değiştirmekteki ısrarı nedendir sizce?
Kentsel eksende baktığımızda şunu da söylemek gerekir, niçin Taksim parkı, niçin bu kadar çok değiştirmek gerekir bir takım yerleri ısrarla camiden başlayarak? Çünkü bu sistemler özellikle zorbalıkla yürütülen sistemler, dünyada mekanları değiştirirler. Bizim bir lafımız vardır: Biz mekanları  yaratırız, mekanlar da bizi. Hatta bu laf Churchill’in, ‘Biz kentleri  yaratırız kentler de bizi yaratır’ sözüdür. Şimdi ne yapmaya çalışıyor? Mekan politik bir alan bunu hep beraber öğrendik çok şükür. Tabii ki özellikle bir takım hafıza değeri olan, simgesel değeri olan bir takım yerleri yok edip, kendi değerlerini oralara yüklemeye çalışıyor. Taksim’e baktığınızda çok büyük bir emek ve demokrasi meydanı. 1 Mayıs’ların 15-16 Haziran’ların, bir yandan biat kültüründen uzaklaşmaya çalışan bir cumhuriyet demokrasisi diyelim şimdilik onun getirdiği kentsel düzenleme var. Bir yandan orada kendileri açısından 31 Mart Vakası’nın simgesi olan bir kışla var. Bütün bu mekanı yok ederek, kendi mekânsal simgelerini yaratmanın mücadelesini sürdürüyorlar şu anda. Onun için Taksim. Bu böyle olunca ya bir anda çöker gider, yok edersiniz; yahut da sabırlıdır kapitalist sistem kendini her şekilde, her biçimde değiştirmeyi becerebiliyor. Ya da ne yapar? Çöküntüye uğratır. Mesela Atatürk Kültür Merkezi şu anda yok edilmek üzere çöküntüye bırakıldı. Şu anda Gezi Parkı’na da onu yapıyorlar. Yavaş yavaş bakıyorsunuz ağaçlar kuruyor. Anıtlar Kurulu’nun bile kaç tane kararı var ‘Gezi Parkı’ndaki ağaçların neden kuruduklarına bakın. Buna önlem alın’ diye. O kafasının bir yerinde orayı çökertiyor ya da kriminalize ediyor. Ne diyor? ‘Burada fuhuş var’ diyor. Bunu nerede yaptı? Bunu Tarlabaşı’nda yaptı. Ta 1980’lerden beri önce yolu geçirdi aşağı, Tarlabaşı’nı çökertti sonra onu, polis karakolu orada olmasına rağmen kriminalize etti. Şöyle dedi böyle dedi sonra bu dönüşüm projelerini oraya yapmaya başladı. Bunu da meşrulaştırmaya ikna etti. Şimdi yapılan o. İşte kendi anlayışlarıyla orayı kent hafızasından biraz silip başka bir hafıza yükleyerek unutturmaya çalışacaklar.

‘HAKSIZLIĞA KARŞI GELME KÜLTÜRÜMÜZ VAR’

Gezi eylemleri toplumsal muhalefet açısından ne anlam ifade ediyordu?
Siyasi bir analist değilim. Sadece bunun kent kısmıyla, dayanışmayla ilgiliyim ve de bunun yaşayanıyım. O açıdan baktığım zaman, kendimi okumuş yazmış bir yurttaş olarak görüyorum. Şöyle düşünüyorum: Bir kere bizim toplumumuzda çok ciddi itirazını belirtme kültürü vardır. Bunun yolları da vardır ama kitlesel olarak ortalığa çıkmak, emek hareketinin dışında herkesin, kadınların, LGBTİ’lerin, gençlerin kendi itirazını kuşanıp bir araya gelip de bir parkta oturup da ‘burayı da sana yaptırmayacağız’ dediği bir şey çok yoktu yakın tarihimde. Epey de şey gördüm yani. Burada halkı harekete geçiren unsurlara bakmak lazım. Bir kere Gezi, çok kendiliğinden bir hareketti. 2012’de Taksim Dayanışması kuruldu. Proje ilan edildiğinden beri bu işle uğraşan sadece biz değildik. Halk nöbet tutuyordu, 100 bin tane ıslak imza, şunlar bunlar. Bu kadar bütün bu işin içinde olan bizlerin bile anlayamayacağı bir şey oldu. Tahmin edilecek şey değildi. Ama şöyle bir şey var; bir kere bizim halkımızda hakikaten kadim bir kültür var, haksızlığa karşı gelmek diye. Bakmayın siz şimdi biat eder filan falan diye. Bir bam teli vardır, hani gırtlağa gelme hali var. Ne kadar da olsa haksızlığa isyan etme kültürü olan bir toplum. Bu kadar haklı, bu kadar barış içinde, bu kadar da sade ağaç koruyorlar. Buna rağmen iktidarın bu kadar şiddetle karşılık vermesini halkın o adalet duygusu kabul etmedi. Bir de onu kriminalize etmek ister gibi üstüne üstüne gidilmesi, Ethem’in öldürülmesi, göz önünde ölümlerin meydana gelmesi, çocukların gözlerinin çıkarılması, çadırda oturan çocukların üzerine o gaz fişeklerinin atılmasıyla çadırların yanması, Beşiktaş’ta evlerin içine atılması. Yani ya ne oluyorsunuz ne istiyor ki bu insanlar?Halk ilk defa bir medyanın yok olduğunu fark etti işte o penguen medya dediğimiz. Ondan sonra ‘Allah Allah biz buradayız medya penguen gösteriyor o zaman Güneydoğu’da neler oluyordu da bizim haberimiz yok. Ya kardeşim kusura bakma biz de sizi duymamışız gibi’ şeyler yaşandı.

‘BİR ARAYA GELMEYİ ÖĞRENDİK’

Gezi Parkı’ndaki çadır direnişinde kollektif bir yaşam kültürünü gördük....
Her şeyin paylaşıldığı, ihtiyacı olmayanın bıraktığı, ihtiyacı olanın aldığı oradaki; sokak çocuklarının, evsiz yurtsuz çocukların kendine ev, anne, baba, ağabey, abla edindiği muhteşem bir şeydi. Halktı bu. Bu açılardan güzel ama çok acılarımız oldu. 8 tane çocuğumuzu kaybettik. 32 kişi gözünü kaybetti. Binlercesi yaralandı. Gezi umuttu, ‘biz ayağa kalkarsak her bir şeyi hallederiz’ umudu. Sonrasında bu umut ete kemiğe de büründü siyasal olarak 7 Haziran seçimlerinde. Ama sonra mevcut siyasal ortam, mevcut siyasal partiler halkın karşısına bir umut derleyip toplayıp çıkamadıkları için de büyük bir de umutsuzluğa, hayal kırıklığına neden oldu. İktidar bunu yok etmek için bütün olayı kriminalize etmeye çalışıyor. Yaptıkları budur mesela Kabataş örneği, Camiye girdiler de şunu yaptılar bunu yaptılar örneği. Dün başka türlüsünü bugün başka türlüsünü suçmuş gibi göstermeye çalışıyor. Birlikte konuşmayı, birbirine bakmayı aynı görüşte olmama koşuluyla ama aynı hedefe yani demokrasiye, barışa, daha insanca bir yaşama doğru birlikte hareket etmeyi bir kere denemiş bir toplum, yıllarda geçse nasıl bir araya gelinir öğrendi artık. Bu yeterli mi, değil mi onu bilemiyorum. Ama zaten ürküten de bu. Komik tarafı da şu ki, bu ruh halkı meydanlara çağıran o güzelim karşı durma halini, iktidar bizatihi 15 Temmuz’da kendisi kullandı.

‘GEZİ GENÇLİĞİ ŞİDDETTEN UZAK DURDU’

Erdoğan geçtiğimiz günlerde ‘15 Temmuz’da sokağa çıkanlar Gezi Parkı gençleri değildi’ dedi. Bu söylemi nasıl değerlendiriyorsunuz?
Cumhurbaşkanı’nın zor bir yanı var. Aslında henüz tam da yürürlüğe girmemiş bir anayasamız var. O anayasanın 14. maddesinde biri diyor ki, “Cumhurbaşkanı, yürütmenin başıdır, başı olduğu içinde partili olabilir. Başbakan yok artık. Yürütme direkt Cumhurbaşkanı’na bağlı.” Ama aynı maddenin hemen ikinci paragrafında diyor ki, “Cumhurbaşkanı aynı zamanda devletin ve milletin bütünlüğünü temsil eder.” Şimdi buyur bakalım. Sayın Recep Tayyip Erdoğan ikisini birden şu anda yürütüyor. Bence o lafı parti başkanı kimliğiyle söylemiştir. Çünkü devletin ve milletin bütünlüğünü temsil eden bir kişi referandum sonucuna göre ülkenin yüzde 50’sini temsil eden kitlenin tamamını vatan haini diye suçlayamaz. Bu nefret suçu olur. Ama partili olarak söyleyebilir. Yani bu politik bir laftır. Yine de ben Türkiye’de sorumluluğu almış bir parti başkanının da bunu söylemesini doğru bulmam doğrusu. Bir de çok ilginç; demek ki not tutmuş “Gezi’de olanlar burada var mıydı? Burada olanlar Gezi’de var mıydı?” diye. Ama şu var biz daha böyle şiddete yakın şeylerden Gezi gençliğinin uzak durduğunu biliyoruz. Bunun farkında olduğu için öyle de bir tanımlama yapmış olabilir. Onu Erdoğan’a sormak lazım. Ama bu görevi icabı doğru bir ayrım değil.