www.7-24esenlerhaber.com / Av Yeter Kılıç
İçime bakıyorum, içimdeki sade insana… Miskince oturmuş, sesi titrek bana bakıyor. Konuşmuyor. Kaygılarını anlıyorum. Gözleri soru işareti gibi ona cevap vermek içinden gelmiyor. Kızıyorum, gidip yakasına yapışsam diyorum ‘‘ kalk öyle oturma, bir şey yap bir şey ol” diye bağırmak istiyorum. Orada öylece oturup bana bakıyor, gözleri yaşlı, gözleri soru işareti gibi kıvrılmış, bir şey olmasa da bir şey yapmasa da onu öylece sevmemi istiyor. Hayır, ‘‘ seni böyle sevmem yasaklandı” demek istiyorum. Bir şey yapman bir şey olman gerekiyor. Seni o zaman sevebilirim; kurallar öyle diyor. İçimdeki sade insana kızıyorum, gitmesini istiyorum. O, orada öyle boş otururken kendimi sevemiyorum. İçimde insana yer kalmadı korkuyorum… Evet, içimizde insana yer kalmadı korkuyoruz ve düşüncelerimizin altında eziliyoruz.
Bu yazıyı Hakan’ın(*) bizlere veda ettiği 04.06. 2010 günü 00.30 sıralarında yazdım. Suçlamanın da savunma kadar engin olması için yapmak istedim bunu. Onun ölümü içimdeki sade insanı uyandırdı. Hakan susarak gittiğinde birçok şeyi anlatıyordu bizlere 1971-2010 Av. Hakan Karadağ birinde doğum ve ölüm yılı diğerinde sadece ismi olan iki farklı fotoğraftan; ben adı ve soyadını belirteni alıp, sol göğsümün üzerine iliştirdim. Hakan’la daha yeni tanışmıştım, onu giderken elimdeki bir gülle ve gözyaşlarımla uğurluyordum. Çünkü biz meslektaşlar birbirimizle konuşmayız, selamlaşmayız da. İstanbul Barosunun önünde toplanmıştık, büyük bir örgüt diyorlardı. Bana kalırsa, kuru bir kalabalıktan öte bir anlam ifade etmiyorduk. Sıcak bir Haziran akşamında nasıl olduğunu anlamadığım ölüm gibi. Soğuk ve sıcak bir şey sarıyordu tenimi, buna rağmen hiçbir ayrıntıyı kaçırmak istemiyordum. Detayları görmek bana işkence ederken, duygularımı anlatmak için kelimeler yetersiz kalıyordu. Kafamı gökyüzüne kaldırdığımda martılar dolaşmıyordu başımızın üstünde. Aramıza yerleşmiş gibi görünen bulutların arasından bizi izleyen gazetecileri ayırt edebiliyordum. Görünmeyen kırık kalplerimizdeki döküntüler gözlerimizi yaralıyordu, işte hepimiz için hayatın yakından görünüşü buydu. Orada şimdiki zamanı geçmişle unutmayı denedim. Hakan’ın “ Aya mı yürümeli? Ay ışığına merdivenle mi çıkmalı? ” yazısı okunduğunda gücümün tükendiğini hissettim, acımasız ilerleyen zaman içerisinde uğultularla kesişen sözleri zar zor duyuyordum.
Her şeye karşı sağır ve kör olmak nafile Haziranın sıcaklığında üşürken bu ayda ölmenin hem zor hem de erken olduğunu biliyordum. Konuşmalarımız yaralı ve kederli bir güvercin sesini andırıyordu. Hepimiz kendi kaderimize teslim olmuş ya da bırakılmışız. Bu korkunç bütünün hiç birimiz farkında olmadan parçası olmuşuz. Çünkü kurallar böyle diyor, akıl elini çekmiş her şeyden; yüreklerimiz ise buzlu camın üzerinden akarak kayıp giden yağmur damlacıkları gibi. Kalbimde buruk bir acı var, etrafıma bakındıkça karşılaştığım gözler suçluyuz der gibi, nereye gidiyoruz, hayat bu mu hep koşturuyoruz, birbirimizin yüreğine dokunamıyoruz, ağlamamız gereken yerde gülüyor, düşmemiz gereken yerde daha dik durmaya çalışıyoruz, orada kendi acımızı alkışlıyorduk, hem eksiklerimizin farkındalığıyla ne acı, bütün bunlar bakır bir kabın içinde yankılanarak kafamda çınlayan sesler olarak bana dönüyordu. Herkesin birbirini tanıdığı ama kimsenin birbirini anlayamadığı bir kalabalık. Maskeli yüzlerle dolu İstanbul Barosu’nun önü. Evet kendi acılarımızı alkışlıyorduk. Bunca ortak problemlerimiz varken hırslarımıza yenilerek sen ben kavgası içerisinde rakip olmuşuz birbirimize; en basit sorunları bile çözülemez birer yumak haline getirmişiz.
Her şeyin bir sonu var. Bizim de sonumuz gelmeden birlikte hareket etmeli, çalışarak var olan problemlerimizi çözmeliyiz. Umut tıpkı etrafımızdaki güneş gibi içimizde parlamalı, kurtuluşumuz birlikte çalışarak olacaktır. Birbirimizi anlayarak içimizdeki sade insanı görerek hareket etmeliyiz. Hakan’ın da dediği gibi ay ışığına o zaman ulaşabiliriz. Kanın akmasını önlemek iyidir ama kanayan yaralarımızı sarmalıyız bunun için ise önce ellerimizi yıkamalıyız.